Tahir Bey;
Merhabalar yeniden. Ben Aytaç KOÇ. Nasılsınız? Cuma günü TOVAK yetkilisi Mehtap Hanım Almanya’dan parayı gönderdi okulun boyası ve bakımı için. Ben de bugün boya, halıfleks gibi malzemeleri aldım. Almadan önce köylüler haberdardı bu yardımdan. Okulun boyalarını kendileri yapacak ve ilkbahara doğru ağaç dikecekler. Bunlar güzel haberler. Yani hazıra alışmadan bir şeyler üretmek... Emek karşılığı emek… En güzeli de bu...
TOVAK ile köyümüz arasında başlayan bu verimli ilişki vesilesiyle size köyümüzü ve yaşadığımız koşulları biraz daha ayrıntılı biçimde anlatmak istiyorum.
Görev yaptığım yer, Bitlis, Hizan’a bağlı Ballıca Köyü. İzmir’den, ilk atandığım haberi gelince koşa koşa internete girdim ve Google’dan Ballıca, Hizan diye aradım. Arama sonuçlarında ilk çıkan ”Öğretmen donarak öldü!” haberiydi. Bu haberle, ilk başta nasıl bir yere gideceğim hakkında biraz ön bilgiye kavuşmuş olmuştum. Benden 2 dönem önceki öğretmen, köy yolu kapalı olduğu için vadiden köye gitmek istemiş, orada vadinin içinde tek başına yürürken soğuktan donarak ölmüş.
Annemin elini öpüp İzmir'den ayrıldım. Bitlis’e 27 saatte geldim. Oradan Hizan'a.... Küçük bir yer. İnsanlar başta garip gelmişti ama güzeldi. Sonra imza atıp köy dolmuşuyla 1 buçuk saat süren bir dağ yolu... Köye vardığımda karşımda, başında poşu olan bir adam, okulun önünde beni bekliyor. Muhtarmış… “Hoş geldin hocam” dedi ve okulu gösterdi. Lojman bekliyordum; fakat sadece müdür odası vardı. Lojman yoktu. Tek göz bir oda, bir halı getirmişti muhtar, onun üzerine de evden getirdiğim bir yatak.... Nasıl kötü bir yerdi.... Ayaklarımı uzatınca duvara değiyordu. 4’e 2 yani 8 metrekare “burada yaşayacaksın” dediler… Odayı hem mutfak hem banyo, hem oturma odası, hem yatak odası gibi kullanacaktım… Ve yatağımı serip duvardaki ışığa bakarken aktı ilk gözyaşım…
İnsanlar için dönemler vardır ya; bu da benim için ayrı bir dönemdi... Sabah kalktığımda muhtar; bal, tereyağı ve çay getirmişti. Okul iki mahalle arasında tam ortadaydı. Mahallelere uzaklık 40 metre kadardı ve ilk lokmamla beraber değişim de başlamıştı.... Muhtarla biraz sohbet ettikten sonra kaldığım müdür odasından 70 cm mesafedeki sınıfa gittim. Kapısını açtım. İçerde çocukların sessizliği… 50’yi aşkın öğrenci karşımda... Başta herkeste bir tedirginlik… Sonra kendimi tanıttım, çocukların ürkek bakışları içinde. İlk gün sohbet ettik, fazla Türkçe bilmeseler de... O gün çocukların kılık kıyafetleri de dikkatimi çekti. Ayaklarında kara lastik ayakkabılar, çoğunun çorapları yırtık ve giysileri yamalı… Kara lastiklerden yırtık çoraplardan görünen soğuktan üşümüş, küçücük parmaklar... Aslında her şey işte o anda başladı. Öğretmenlik sadece abc’yi öğretmek olmamalıydı. Olması gereken eskiden Köy Enstitüleri’ndeki öğretmenlerin yaptıkları gibi olmalıydı.
Aslolan umut olmaktı ve bunun için o çocukları gördükten sonra onlar için bir şeyler yapmak istedim. İnsanlara sadece bir şeyler vermek değil; verirken de sahip oldukları umut ışığını ortaya çıkarmaktı amacım.
Dondurucu bir Aralık sabahı, saat 7.00 civarında dışarı çıktığımda karşı dağda beliren noktalar ilgimi çekmişti. İlk önce koyun sürüsü zannettim. Biraz zaman geçince insan olduklarını fark ettim. Okulun önünden geçiyorlardı. Önlerinde durdum “merhaba” dedim. 13’e yakın çocuk ve ellerinde tüfek iki köylü… “Nereye?” diye sordum. “Hocam yollar kapalı, çocukları artık nereye kadar yol açıksa oraya kadar götürüp oradan dolmuşa teslim edip okula göndereceğiz” dediler. Çocuklar, 1 metreye yakın karın altında kalmış çocuklar... Ayakları kardan görünmüyor... Soğuktan donmuşlar belli... “Mezrada okul yok mu?” diye sordum. Sertçe “yok” dediler sanki ben suçluymuşum gibi. Sonra “Gelin, ısının” dedim. İçerde çay demledim. Konuştum sonra onlarla, neden böyle diye... “biz okumadık; onlar okusun” dediler. Gözlerim bir kez daha dolmuştu... Çaresizlik... Belki ellerinden gelecek çok şeyleri yok buradaki insanların kaderlerini yenmek için; fakat bir kıvılcım da şart Tahir Bey onlar için. Çocuklar hiç konuşmuyorlardı, sobaya gözlerini dikmişlerdi. Sonra kalktılar, “Geç oldu” dediler ve yola koyuldular. Ertesi gün öğrendiğime göre 10 km daha yürümüşler iz aça aça... Oraya bir okul yapılmalıydı… İnsanlar orada yalnız bırakılmamalıydı... Bu okulu ben yapmalıydım…
Yüzlerce yere yazdım olumsuz cevapların geleceğini bile bile, yılmadan yazdım. Ve en sonunda İstanbul’da, Kiptaş şirketinde çalışan Birgül Hanım’a ulaştım. Çok ilgilendi ve “Neler yapabiliriz?” dedi. 4 ay proje için uğraştık... Çizdiği projelerden elde ettiği ve şirketten topladığı paraları okul için biriktiriyordu. 4 ay sonunda 40000 Ytl’miz olmuştu... Sevinç içinde koşa koşa yetkililerin kapısına vardım. Ben heyecan içinde ulaştığımız sonucu anlatırken onlar sıradan bir şey dinler gibi donuk donuk yüzüme bakıyorlardı. Bir ara biri beni kenara çekip “boşver ne uğraşıyorsun” diye öğüt verdi. Demek ki yıkılması gereken sadece köylülerin kafasındaki tabular değildi. Ama yılmadım….Sonunda Kaymakam’a çıktım; “kimse ilgilenmiyor, ama ben bu okulu yapacağım Kaymakam Bey” dedim. Kaymakam mükemmel bir insandı. Araştırdık, çalıştık, bürokrasiye takılmayacak çözümler ürettik.
14 gün kalmıştı askere gitmeme. 15 gün rapor aldım. Kamyon tuttum, çakıl, çimento artık ne gerekiyorsa 50 km uzakta olan bir yer kasım ayında iletişimi bitiyor ve mayısta tekrar başlıyor her şey... Böyle bir yere büyük bir çabayla okulun binasını 3 haftada yaptık ve milli eğitime hibe ettik binayı ve yazışmalar uzun sürdüğünden 2008 Eylül’ünde okul açıldı... Şimdi kimse yürümüyor mezralarından başka bir okula....
Bitlis, Hizan Said i Nursi’nin memleketi olduğu için halkın çoğu Atatürk’e düşmanlık besliyordu. Artık bu kini de ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bunun için köy odasında 10’u aşkın konuşma yaptım. Fakat ikna olmuyorlardı. Bildikleri ve inandıkları tabuları yıkmak zordu.
Umudum kırılmaya başlamıştı ki, bir gün okulun kapısı çalındı. Karşımda muhtar dikiliyordu. İçeriye davet ettim. Yorgun bir tavırla, elimde duran kitabı istedi benden. “Dünya Liderlerinin Gözüyle ATATÜRK” adlı kitaptı istediği…Bir de duvarda asılı olan Atatürk posterini istedi. Şimdi onlar köy odasında duruyor. Çok mutlu olmuştum. Bir tabu yıkılıyordu. Hizan’da bu bir ilkti. Atatürk’ün adı bile anılmayan bir yerde, köy odasına Atatürk’ün posterini muhtarın isteği ile koyabilmiştik.
Şimdilik bu kadar Tahir Bey. Çok uzun bir yazı oldu. Kısaca yaşadıklarım ve yaşananlar… Umutlar ve beklentiler... Görüşmek dileği ile…
Aytaç Koç